4 Aralık 2022 Pazar

 ROMA KULÜBÜ RAPORU

 

“Fiziksel olarak sonlu bir gezegende sonsuz ekonomik büyümeye inanan kişi ya delidir ya da bir ekonomist”. Kenneth Boulding

Kapitalist sistemin iktisadi, sosyal ve ekolojik bütün verilerine sahip olan ve bunları düzenli olarak izleyen çok uluslu tekeller, bunların emrindeki politikacılar ve siyaset yapıcılarının oluşturduğu dünya egemenleri bilim insanlarına, kapitalist sistemin geleceğine ilişkin çeşitli çalışmalar ısmarlıyorlar.

Sistemin sorunlarına ilişkin yaptırdıkları matematiksel modeller ve bilgisayar simülasyonları ile zamana bağlı olarak karşılaşacağı sorunlara ilişkin hazırlanan raporların bazılarını toplum kesimleriyle de paylaşılıyorlar.

Bir önceki “Küreselleşmenin Ekonomik ve Toplumsal İflası” yazımda bahsettiğim egemenlerin yaptırdıkları iki çalışmaya atıfta bulunmuştum.

Her ikisi de:

  • 1968’de yaptırılan World3 – Büyümenin Sınırları (Roma Kulübü Raporu),
  •  
  • 2014’de Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi “NASA”nın finanse ettiği İnsan ve Doğa Dinamikleri (Human and Nature Dynamics-HANDY),

kapitalizmin doğrusal gelişiminde kendi doğal sınırlarına dayandığını bilimsel veriler ışığında dile getiriyordu.

Bu yazımda Roma Kulübü Raporu: Büyümenin Sınırları-World3’ ü ele alacağım. Daha sonra da İnsan ve Doğa Dinamikleri-HANDY çalışmasını tanıtacağım.

Roma Kulübü Raporu: Büyümenin Sınırları-World3

“Yerkürenin ve insanlığın geleceği üzerine öngörülerde” bulunmak amacıyla 1968 yılında kurulan ve günümüzde de uluslar arası politikada aktif olan Roma Kulübü, ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ nde çalışan araştırmacılara, bundan 50 yıl önce, gelecek ile ilgili bir rapor ısmarladı.

Donella H. Meadows, Dennis L. Meadows, Jorgen Randers ve Williams W. Behrens, 4 yılda tamamladıkları çalışmalarını 1972’de “Büyümenin Sınırları” adıyla yayınlandılar.

Kapitalizm, 1960’lı yıllarda geliştirdiği yeni teknoloji ve ürün çeşitliliği ile üretim tüketim döngüsünün hızlandırıldığı altın çağındaydı.

Dünyanın birçok yerinde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren ülkelerin yarattığı sıkıntılara rağmen, kapitalist üretim tüketim döngüsü giderek büyüyordu.

 Doğal kaynaklarının kullanımı, çevre kirliliği ve gelecek kuşakların haklarına ilişkin bazı kaygıların da başladığı yıllardı.

Kapitalizmin geleceğe ilişkin pembe hayalleri pompaladığı bu dönemde “Büyümenin Sınırları” soğuk duş etkisi yarattı.

Batı dünyasını sarstı.

Rapor pembe hayallerin tam tersine, çarpıcı gerçekleri gözler önüne seriyordu.

Bilim insanları, son derece basit bir soruya cevap üreteceklerdi: “Önümüzdeki yüzyıl içinde ekonomimizi nasıl bir gelecek bekliyor?”

 Bu soruya yanıt üretmek için altı temel değişken belirlediler.

 Bunlar; nüfus artışı, sanayi, hizmet ve gıda üretimi, çevre kirletme düzeyi, yenilenmeyen kaynak stokuydu.

Bu altı ana değişkeni birbirleriyle ilişkilendirerek sordukları soruya aldıkları yanıtlar matematik modellere dayanıyordu.

Yaptıkları uzun vadeli hesaplar sonunda ulaştıkları sonuç çarpıcıydı.

 Bu sonuçlar aşağıdaki Grafik’ te gösterildi:

Grafikte 1900 – 2100 arasında altı temel değişkenin verileri yer alıyor.

Gri alan içindeki veriler çalışma öncesini dönemi kapsıyor.

1968’den 2100 yılına göre yapılan modellemede belirlenen bu altı değişkenin, bu süre içinde olası durumunu gösteriyor.

Grafikte görülen düz çizgi reel verileri, noktalama ile gösterilen çizgiler ise öngörülen değerleri gösteriyor. 

Buna göre 2010 yılına gelindiğinde kaynakların tüketimi, hizmet ve gıda üretimi, ön görülenden daha fazla gerçekleşmiştir.

Buna karşın çevre kirliliği, endüstriyel üretim ve nüfus artışı ön görülenin altında gerçekleşmiştir.

 Grafikte de görüldüğü gibi: 2015 ve 2025 arasında ekonomi ve tarımsal üretimin ikinci dünya savaşı sonrası büyüme hızından daha güçlü bir şekilde düşeceği ve 21 yüzyılın sonuna gelindiğinde de çökeceği,

  •  
  • 2030 yılından itibaren de dünya nüfusunun azalmaya başlayacağı ve daha sonra kontrolsüz bir şekilde yarı yarıya azalarak 21 yüzyılın sonunda yaklaşık 4 milyara düşeceği öngörülüyor.

Altı temel değişken arasındaki karşılıklı etkileşim ve bunların birbiri üzerinde yarattığı çarpan etkisi dikkate alındığında, bir değişkende sorunun çözülmesinin başka bir yerde açığın büyümesine neden oluyordu.

Örneğin,  tek başına nüfus planlaması yapmak veya sanayi üretimini sınırlamak, sonucu pek değiştirmiyordu.

Oluşturdukları model var olan iktisadi-toplumsal sistemin son derece dengesiz olduğunu gösteriyordu.

Ancak bütün değişkenleri aynı anda ve bir an önce etkileyecek önlemler alındığında sistemde nispi bir istikrar ve bir denge de sağlanabilirdi.

Çalışmayı yürüten bilim insanları bilgisayar simülasyonuna dayanarak ulaştıkları sonucu şöyle özetliyorlardı:

·        “Dünya nüfusunda, sanayileşmede, çevre kirlenmesinde, gıda üretiminde ve doğal kaynakların tükenmesinde bugünkü büyüme eğilimi süregelecek olursa, gezegenimizde ekonomik büyüme gelecek yüzyıl içinde sınırına dayanacaktır.

·         Olasılığı en fazla sonuç, gerek nüfusta, gerekse üretim kapasitesinde oldukça ani ve kontrol altına alınmayan bir düşüşün ortaya çıkmasıdır.

·               Bu büyüme eğilimini değiştirme ve gelecekte uzun süre devam edebilecek ekolojik ve ekonomik bir denge kurma olanağı vardır.

·      ·        Dünya çapında bir denge, dünya yüzeyindeki her bireyin temel maddi gereksinimlerine doyumunu sağlayacak ve her bireyin beşeri potansiyelinin geliştirilmesi için eşit fırsata sahip olmasına olanak verecek biçimde tasarlanabilir

·         ·        İnsanlar, birinci sonuç yerine ikinci sonucu elde etmek için çaba harcamaya karar vermeleri halinde, ne kadar çabuk harekete geçerlerse, başarı olasılıkları o ölçüde artacaktır.”

Rapor yayınlandıktan sonra sitemin savunucusu ekonomistlerin sert eleştirileri ortalığı kapladı.

Öngörülerin isabetsiz olduğunu söylediler.

Ancak raporda dile getirilen “kaynaklar tükenecek” öngörüsünün; yeni petrol yataklarının bulunması, teknolojinin gelişmesiyle daha derinden ve deniz tabanından petrol çıkarılması, doğal gazın enerji üretiminde kullanımı gibi nedenlerle enerji kıtlığının ön görülen sürede gerçekleşmemesi, raporun üstünü örtse de önemini azaltmadı.

Üstelik raporun yayınlandığı 1972 yılında petrol krizi henüz çıkmamıştı.

Kapitalizmin ekonomik büyüme dönemi olarak adlandırılan “altın 30 yılı” henüz sona ermemişti.

Küresel ısınmaya yol açan sera etkisi sonucu iklim değişikliği başlamamıştı.

Kısaca, raporu hazırlayan bilim insanları temel öngörülerinde haklı çıktılar.

İlk rapor sonrası çalışmalar

Raporu hazırlayan ekip:

  • 1992’de Rio’da toplanan Dünya Çevre Zirvesi vesilesiyle raporun güncellenmiş halini “Sınırların Ötesinde” başlığıyla sundu. 20 yıl önce belirledikleri sınırlar çoktan aşılmıştı.

2004’de, çok daha karamsar sonuçlara ulaştıkları çalışmalarını “Büyümenin Sınırları: 30 Yıl Sonra” başlığıyla yayınladılar.

Son 50 yılda dünya sanayi üretimi, bir önceki 25 yıla göre iki misli hızla, yılda ortalama yüzde 2,9 büyümüştü.

Yerkürenin bu üretimin doğal kaynaklar üzerinde yarattığı baskıyı kaldırması mümkün görünmüyordu.

Önümüzdeki dönemde büyümenin maliyetinin de artan bir hızda büyüyeceği kesindi.

Bulgular geri dönüşü mümkün olmayan bir kritik eşiğin aşılmasına 10 yıl bile kalmadığına işaret ediyordu.

Çalışmanın başında bulunan emekli bir profesör olan Meadows, sistemin eski büyüme hızına bir daha hiçbir şekilde ulaşamayacağını, maliyetinin aşırı yüksek olacağını ve enerji tüketimi düzeyinin de azalacağını öngörüyordu.

 Gelişmiş ülkelerin ulaştıkları hayat düzeyini koruyamayacaklarını, sıfıra yakın büyüme oranıyla bağımlı ülkelerin borçlarını ödeyemeyeceklerini, refah paylaşımının başlı başına sorun olacağını, iktidarların bu doğrultuda alacakları kararların toplumca kabul görmeyeceğini belirtiyordu.

Raporun yayınlanmasından 20. yılında, 1992 yılında, Kaygılı Bilim İnsanları Birliği eski başkanı – Henry W. Kendall “Dünya Bilim İnsanlarının İnsanlığa Uyarısı” nı yazdı.

1,700 bilim insanının imzaladığı bildiri, Büyümenin Sınırları Raporu’nun öngörüleri doğrultusundaydı.

“İnsanoğlu ve doğal dünya çökme eşiğinde” cümlesi ile başlıyordu.

2014’de Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi “NASA”nın finanse ettiği matematikçi, sosyolog ve ekolog ekibinin yürüttüğü HANDY Büyümenin Sınırları Raporu’ndan sonra yayınlanan diğer bir önemli çalışma yapıldı.

Bu çalışma da, önceki çalışma gibi kapitalist uygarlığın sonunu işaret ediyordu.

Kapitalist sistemin, ikinci dünya savaşı sonrası yapılandırılan sermaye birikim modelinin karşı karşıya kaldığı türden “kapitalizmin olağan krizlerinin” ötesinde bir tablo ile karşı karşıyayız.

Küreselleşmenin 2007 krizi bir finans krizi olarak sunuldu.

 Evet bir finans kriziydi.

Ama öncekilerden farklıydı.

Küreselleşmenin inşa ettiği borca dayalı tüketim toplumuna dayalı üretim tüketim döngüsünün kendi doğal sınırına dayanmasıydı.

Borçla tüketici konumuna getirilen milyarlarca insanın giderek yoksullaşması, bankalardan aldıkları borçları ödeyememeleri ve tüketim toplumundan dışlanmalarıydı.

Dijital teknolojinin, yapay zeka ile üretim teknolojisinin, hızla artan insan nüfusunu üretim sürecinde giderek dışlayan yüksek üretim kapasitesinin ve üretim için gerekli olan doğal kaynakların da giderek daha kıt hale gelmesiydi.

Bilim insanlarının daha 1968’de kapitalizmin altın çağında dile getirdikleri, kapitalist sistemin iktisadi-toplumsal dengesizliği, kırılganlığı ve sürdürülemezliği bugün bütün boyutlarıyla ortaya çıkmış durumda.

Toplumsal zenginliğin %99’ nu %1’ lik elitin elinde birikmesi, toplumsal eşitsizliklerin en uç noktaya ulaşması, ekosistemin dengesinin bozulması, iklim değişikliği, doğal kaynak kıtlığı, kapitalizmin nihai sınırına ulaştığını gösteriyor.

Kapitalizmin yaşadığı sorun, bilinen sermaye birikim modeli ve kitlesel üretim tüketim döngüsü zemininde ilerleyemeyeceğidir.

 HANDY MODELLEMESİ

 Günümüzde emperyalist-kapitalist sisteme yönelik köklü eleştiri antikapitalist sol-sosyalist kesimlerden ziyade sistemin kendi içinden, bazı bilim adamlarından, aydınlardan ve ekolojik-çevreci kesimlerden geliyor.

 

“Human and Nature Dynamics” (HANDY) Modellemesi: Küreselleşmenin Ekonomik ve Toplumsal İflası

Bir önceki yazımda, 1968’ de dünya elitlerinin kurduğu Roma Kulübü’nün Büyümenin Sınırları-World3 Raporu’nu ele almıştım.

Bilim insanlarının 1972’de yayınladıkları bu raporda, kapitalizmin iktisadi-toplumsal sisteminin son derece dengesiz olduğunu ve ekonomik büyümesini sürdürmesinin imkansızlığına dikkat çekiliyordu.

Bu yazımda, yine bilim insanlarının yakın zamanda, 2014 yılında “National Aeronautics and Space Administration” (NASA) nın finanse ettiği “İnsan ve Doğa Dinamikleri: HANDY” modellemesinin üzerinden kapitalist sistemin çıkmazına ilişkin elde ettikleri bulguları ele alacağım.

Bilim insanları HANDY modellemesi ile ekosistemi bozan, aşırı kaynak tüketen ve eşitsiz bir toplum yapısına sahip olan bu sistemin sürdürülemezliğine,  doğal sınırlarına dayandığına bir kez daha dikkat çektiler.

 

HANDY Modellemesi: İnsan ve Doğa Dinamikleri

Medeniyetlerin Çöküşü

Karmaşık toplumlar konusundaki çalışmalarıyla tanınan Cornell Üniversitesi’ nden antropolog Profesör Adam T. Smith, insanların son beş bin yılda, oluşturdukları ekonomik ve toplumsal sistemler sayesinde dünyanın birçok köşesinde parlak uygarlıklar yarattıklarını söylüyor.

Avrupa ve Akdeniz havzasında: M.Ö 1600 lü yıllarda Minos ve Miken medeniyetleri çok ileri bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra çöktüler.

Sonrasında, büyük medeniyet yaratan Klasik Greko-Romen ve ardından Roma İmparatorluğu da çöktü.

Roma imparatorluğunun dramatik çöküşü sonrasında, geride kalan toplumsal yapı yüzyıllar süren nüfus düşüklüğü, ekonomik gerileme ve okuryazarlığın azalması ile ortadan kalktı.

Mezopotamya-Anadolu ve Eski Mısır havzasında:Tarımın ve kentsel yaşamın beşiği olan Mezopotamya’da Sümerler, Akadlar, Asurlular, Babilliler, Ahamenişler bir dizi yükselişle parlak uygarlıklar yarattılar.

Daha sonra da çöküp yok oldular.

Yine Anadolu’da M.Ö. 2500 lü yıllarda büyük bir uygarlık yaratan Hattiler ve Hititler, modern arkeoloji onları keşfedene kadar tarihin gölgesinde kaldılar.

Eski Mısır uygarlığı da M.Ö. 5000 yıllarda oluşturmaya başladıkları büyük uygarlık da diğerleri gibi uzun süre varlığını sürdürdükten sonra çöktü, gitti.

Asya’da: Güneydoğu Asya’ da, Hindistan’ da MS 200 lü yıllarda yükselen Mauryan ve Gupta uygarlıkları, ​​Angkor merkezli Kmer İmparatorluğu birden fazla çöküş ve yenilenme sonrasında tamamen kayboldu.

Çin’de M.Ö. 1100’lü yıllardan itibaren ortaya çıkan Zhou, Han, Tang ve Song İmparatorluk’ ları, büyük sosyoekonomik ilerleme sonrasında yaşadıkları çöküş, sonrasında yeniden yükseliş ve çöküş döngüleri ile yitip gittiler.

Amerika kıtasında: Gelişmiş doğasından ve derin çöküşü nedeniyle iyi bilinen Maya medeniyeti, M.Ö. 600’ lü yıllarda büyük bir uygarlık yarattıktan yaklaşık 800 yıl sonra nüfusunun %90 ile 99’ nu, Uzun Sayım takvimlerini ve diğer karmaşık politik ve kültürel kurumlarını kaybederek silinip gittiler. Meksika’daki, bir dizi güçlü uygarlıklar olan ve dünyanın en büyük şehri Monte Alban,  7. yüzyılda altıncı büyük şehir Teotihuacan, en ileri refah düzeyine ulaştıktan sonra birkaç kuşak içinde nüfuslarının yaklaşık%75-80’nini kaybederek dramatik bir çöküş yaşadı.

Bunların yanı sıra Cahokia gibi Mississippian kültürleri, Pueblo ve Hohokam gibi Kuzey Amerika Kıtasının Güney Batı kültürleri, Tiwanaku gibi Andean uygarlıkları, Paskalya adasında yazılı kayıt veya arkeolojik kanıtlar bırakan bir diğer ileri uygarlık, Büyük Zimbabwe gibi Sahra altı uygarlıklar ve Pasifik Adaları’ndakilerde yükseliş ve ardından gelen çöküşle tarih sahnesinden silindiler.

Bu uygarlıkların çöküş nedenlerine ilişkin birçok teori geliştirildi.

Prof. Adam T. Smith ise kabile göçlerini, yabancı istilalarını, madenlerin işlenmesi gibi teknolojik değişiklikleri, savaş yöntemlerinde veya silahlarında, ticaret modellerindeki değişiklikleri, belirli maden kaynaklarının tükenmesini, kültürel gerileme ve sosyal çöküşü, halk ayaklanmalarını, iç savaşları neden olarak gösteren açıklamaların genel ortak bir neden değil de, her bir çöküşe özgün izahlar olarak görüyor.

 Bu tür açıklamaların geçerli olduğu özel durumlarda bile, toplumsal sistemin bu tür olgularla daha önce de karşılaşmış olduğunu ve bu konularda yeterince deneyim sahibi olduklarını söylüyor.

Dolayısıyla bu toplumların; dış askeri baskı, yabancı istilası, doğal afetler gibi durumları daha önce de yaşadıklarından, bunların çöküşünün yeterli bir açıklama olmadığını belirtiyor.

 Her bir uygarlığın çöküşünde, bir dizi özel ve belirli tetikleyicilerin olabileceğini, ancak genel bir nedene bağlamadan bu tür yaklaşımların çöküşü açıklayamayacağına dikkat çekiyor.

Prof. Adam T. Smith insanlık tarihinin belirli bir zaman dilimine veya belirli bir kültüre, teknolojiye veya doğal afete özgü olmayan ortak bir mekanizmanın varlığına işaret ederek çöken uygarlıkların iki ortak özelliği olduğunu söylüyor:

  • Bunlardan birisinin toplumların içinde yaşadıkları ekosistemi tahrip etmeleri ve bunun sonunda ortaya çıkan ekolojik sorunlar olduğunu
  •  
  • Diğerinin de demografik büyüme ve toplumun seçkinler (zenginler) ve halk (yoksullar) olarak bölünmesi ve toplumsal eşitsizliklere bağlı kutuplaşma olduğunu söylüyor.

Adam T. Smith HANDY olarak adlandırdığı matematiksel modeli bu iki temel nedene dayandırdı. Uygarlıkların çöküşünü ve bundan kaçınmayı da gözetecek “düşünce deneyleri” çalışmasına bu iki veriyi de ekledi. .

Çökmüş pek çok toplumda görülen bu iki önemli özelliği,  İnsan ve Doğa Dinamikleri ile eşzamanlı olarak modelledi.

Böylelikle daha önce yapılan modellemelerin ötesine geçerek HANDY modellemesini diğer çalışmalardan farklı bir boyuta taşıdı.

 

HANDY Modellemesi

Profesör Adam T. Smith, matematikçi Alfred Lotka ve Vito Volterra’nın 1920’lerde geliştirdikleri rakip türler arasındaki mücadelenin popülasyon üzerindeki etkisinden yola çıktı.

 Bunun için oluşturulmuş olan yırtıcı – av modelini esas aldı. Yırtıcı -av modeline göre, örneğin bir bölgede çok sayıda tavşan ve az sayıda kurt varsa, avcının ve avın doğum ve ölüm oranlarına, avlanma oranı bağlı olarak kurtların yiyeceği tavşanların bolluğu kurtların nüfusunu artırırken, tavşanlarınkini azaltır.

 Süreç, çok sayıda kurt ve az sayıda tavşan olacak şekilde sonlanır.

Bu durum, kaçınılmaz olarak kurtların çoğunun açlıktan ölmesine yol açar.

Kurt sayısının ölümlerle azalması, tavşan nüfusunun da giderek artmasını getirir.

Çok tavşan az kurt döngüsü bir süre sonra tekrar çok kurt, az tavşan döngüsü şeklinde kendisini tekrar eder, gider…

Profesör Adam T. Smith bu modellemede “avcı” yerine insanı, “av” yerine de insanlar tarafından tüketilen doğayı yani çevreyi ve çevrenin doğal kaynaklarını koydu.

Hayvanlarda nüfus belli bir sayıya ulaştığında  açlık ya da göç nedeniyle hayvan nüfusunda gerileme ortaya çıkarken, insanlarda  nüfusun hemen düşmemesini, insan toplumunun hayvanlardan farklı olarak yarattığı zenginlikleri biriktirmesine bağlıyor.

İnsan popülasyonunun üretim olmasa bile, önceki dönemlerde biriktirdiği zenginlikleri kullanarak bir süre daha tüketim ihtiyacını karşılayabilmesine bağlıyor.

Bu nedenle hayvan modellemesinde olmayan, insanın biriktirdiği artık unsurunu ve servetini de sürecin bir belirleyeni olarak çalışmasına ekliyor.

Ancak bu birikmiş servetin elitlerin kontrolünde olmasını ve toplumda eşit olarak dağıtılmamasını göz ardı etmiyor.

Dolayısıyla toplumu “elitler” ve “halklar” olarak ikiye ayırıyor. Bunu da birikmiş zenginlik yanı sıra bir değişken olarak tanımlıyor.

Elitlerin ve halkın üretimiyle artan, tüketimiyle de azalan birikmiş servet için bir matematiksel denklem oluşturuyor.

Elitlerin aldıkları ve çalışanlara verdikleri ücret, her iki kesimin tüketimleri ve biriken artık ürün yani servet, ileride toplumsal üretimin düştüğü zaman diliminde toplam tüketimi karşılayamayacak derecede küçüldüğünde, ödemelerin azaldığını, daha sonrasında da durduğunu modelliyor.

 Bunun sonucunu da kıtlık ve ölüm olarak tanımlıyor.

Doğal kaynakları da fosil yakıtlar, maden yatakları gibi yenilenemeyen stoklar,  ormanlar, topraklar, hayvan sürüleri, yabani balık stokları, av hayvanları, akiferler gibi canlandırıcı stoklar ve rüzgar, güneş radyasyonu, yağış, nehirler gibi yenilenebilir akışlar olarak üç biçimde formüle ediyor.

Böylelikle doğal kaynakların toplumsal çöküşte veya uygarlığın sürdürülebilirliğindeki rolünü tanımlayan birleşik bir formül oluşturuyor.

HANDY modellemesini dört denklem üzerine oturtuyor.

Bunların ikisi sınıflı toplumdaki elitler ve halk, diğeri doğal kaynaklar veya doğa, sonuncusu da birikmiş servetten oluşuyor.

Geliştirdiği bu dört denklemli set sayesinde insan ve doğa etkileşiminin temel özelliklerini yakalayarak potansiyel çöküş veya denge durumlarına ilişkin senaryolar geliştiriyor.

Senaryolar

Profesör Adam T. Smith çalışmasını üç farklı toplumsal yapıya göre düzenliyor:

A.  Eşitlikçi toplumsal yapı: Elitlerin de çalıştığı ve toplumsal üretimin (zenginliğin) eşit olarak paylaşıldığı (elitlerin olmadığı) eşitlikçi bir toplum.

B.    Adil toplumsal yapı: Çalışmayan elit bir kastın olduğu, toplumsal üretimin (zenginliğin) her iki kesim arasında adil olarak paylaştırıldığı toplum.

C.  Eşitsiz toplumsal yapı: Çalışmayan elit bir kastın toplumsal üretime (zenginliğe) el koyarak zenginleştiği, eşitsiz toplum.

Araştırmacılar,  her üç toplumsal yapıya yönelik simülasyonlar için her birinin kaynak tüketim oranlarını değiştirerek en sürdürülebilir olandan en kötüye kadar dört senaryo oluştururlar:

Senaryo 1.Nüfus ve çevre arasında dengeyi gözeten (yavaşlatılmış) nüfus yaklaşımı

Senaryo 2.Bir denge durumuna ulaşma öncesinde kararsızlık gösteren yaklaşım

Senaryo 3. İniş ve çıkış döngüleri içeren yaklaşım

Senaryo 4. Güçlü bir büyümenin ardından geri dönüşü olmayan çöküş yaklaşımı.

Birinci senaryoya göre: “Eşitlikçi toplumsal yapıda”: doğal kaynaklar üzerindeki “avlanma” diğer parametrelerden bağımsız olarak başlı başına çöküşe yol açıyor.

Bunun üzerine eşitsizlik parametreleri de eklendiğinde, eşitlikçi yani nüfusun küçük bir kısmının çalışmadığı ve çalışan bir çoğunlukla refahın adil bir şekilde paylaşıldığı “Adil toplumsal yapıda”: eğer tüketim düzeyi düşük ve ekonomik büyüme çok yavaş ise bir denge senaryosuna ulaşılabiliniyor.

Tüketim ve büyüme hızlandığında toplum kolaylıkla bozulma, düşüş veya çöküş döngülerini kapsayan üçüncü senaryoya geçiyor.

Elitlerin zenginliği ellerinde tuttukları “Eşitsiz toplumsal yapıda”: tüketim oranı ne olursa olsun çöküşün önlenemiyor.

Toplumsal tüketim düşürülse bile elit tabaka halkın elindekini alarak zenginleşmeye devam ediyor.

Sefalet ve açlık içinde düşen halk çalışma gücünü kaybediyor, kendi varlığını sürdüremiyor ve çöküyor.

Dolayısıyla kaynakların tükenmesi değil, halkın bizzat kendi varlığını sürdürememesi, kendisini tükenmesi de eşitsiz toplumsal yapıyı çökertiyor.

Toplum doğadan daha hızlı bir şekilde yok oluyor.

Araştırmacılar Maya uygarlığının, Maya toplumunun çökmesinin ardından doğanın kendisini toparlamasının bu şekilde olduğunu söylüyorlar.

Yaptıkları modelleme, bir toplumsal yapı sürdürülebilir olsa bile, küçük bir elitin aşırı tüketiminin sistemi kaçınılmaz bir şekilde çöküşü sürüklediğini gösteriyor.

Ekosistemi bozan aşırı kaynak tüketen eşitsiz bir toplumsal yapı da aynı sonucu üretiyor.

Ancak bu kez çöküş dinamiği ters işliyor.

Yani, bu kez doğa insandan daha hızlı tükeniyor.

Bu durumda çöküş hiçbir şekilde durdurulamıyor.

Araştırmacılar, önce çevrenin o günden bugüne kadar devam eden tükenmiş haline, ardından da toplumsal yapının kaçınılmaz çöküşüne örnek olarak Mezopotamya ve Paskalya Adası gösteriyorlar.

Bilim insanları 6 yıl önce yaptıkları HANDY çalışması ile kapitalist küreselleşmenin:

  • Doğal kaynakların yenilenemeyen ve canlandırıcı stoklarını hızla tükettiğini, ekolojik dengeyi bozduğunu ve iklim değişimine yol açtığını
  •  
  • İnşa ettiği borca dayalı kitlesel tüketim toplumuyla halkın daha da yoksullaştırıldığını, toplumsal zenginliğin %99’ nun %1’lik elitin sahibi haline getirdiğini ve toplumsal eşitsizlikleri en uç noktaya taşıdığını ortaya koydular.

Bütün bu yaptıklarıyla, daha önceki uygarlıkların uğradığı toplumsal çöküşle, içinde yaşadığımız düzenin de karşı karşıya olduğunu bilgisayar simülasyonları ile ortaya koydular.

Bundan kaçınmanın tek yolunun toplumsal ekonomik eşitsizlikleri azaltmaktan, demografik yapıyı bir düzeyin altında tutmaktan ve ekosistemle uyumlu bir üretim tüketim anlayışından geçtiğini gösterdiler.

Her defasında içine düştüğü ekonomik krizden çıkma başarısını gösteren kapitalist sistem daha önceleri olduğu gibi bu krizinde geçici olduğunu ve bunun arkasından normale dönüleceğini söylüyor. 

Elitlerin oluşturduğu Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) direktörü Klaus Schwab’ın toplumsal eşitsizliğin tarihsel rekorunu, toplumsal varlıkların %99’nuna sahip %1’lik elit gerçekliğini ve ekosistemde geri dönüş sınırının aşıldığı bu dönemde, yazdığı Büyük Sıfırlama “Great Reset” ile kapitalizmin sınırına dayandığını itiraf etti.

Başta sol-sosyalist iktisatçılar ve siyaset bilimciler, sol-sosyalist siyasi yapılar ise kapitalizmin içine düştüğü krizin, kendi fıtratı olduğunu söylemeye devam ediyorlar.

Günümüzde yaşadığı derin krizi de 1929 kapitalizmin büyük bunalımına benzetiyorlar.

Kısaca, kapitalizmin geçmişte yaşadığı krizlere bakarak, günümüzü açıklamaya çalışıyorlar.

Bu yaklaşımları ile tekelci kapitalizmin günümüzde karşı karşıya kaldığı krizi “sıradanlaştırıp normalleştiriyorlar.”  

Böylelikle de krizin geçici olduğu, normale dönüleceği algısına “destek” oluyorlar.

Kapitalizmin çok uluslu tekeller aşamasında; yarattığı aşırı toplumsal eşitsizlikler ve tahrip ettiği ekosistem, yarattığı iklim değişikliği ile kendi doğal gelişim sınırına ulaştığını düşünmüyorlar.

 Bilimle barışık olmayan ve geleceği dogmatik ideolojik bir bakışla ele alan tüm bu tür yaklaşımlar, hem kendilerini hem de toplumu yanıltıyorlar.

Günümüzde emperyalist-kapitalist sisteme yönelik köklü eleştiri antikapitalist sol-sosyalist kesimlerden ziyade sistemin kendi içinden, bazı bilim adamlarından, aydınlardan ve ekolojik-çevreci kesimlerden geliyor.

Bilimsel verilerden yola çıkan bilim insanları, bize kapitalist sistemin sürekli yaşadığı krizlerin daha ötesinde bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyorlar.

Uyarılarında da son derece haklılar.

Roma Kulübü Raporu sonrasında daha da gelişen ekoloji bilinci, kapitalist büyümenin yarattığı toplumsal ve ekolojik sorunların farkında olan dar bir kesim ise, yaklaşık 40 yıl süren küreselleşmede nasıl çıkılacağına, çöküşün nasıl önleneceğine kafa yoruyor.

 İçinde yaşadığımız konjonktür birçok gelişmeye, iyiye güzele ve yeni bir uygarlığa olduğu kadar, çirkinliklere, kötülüklere ve felaketlere de gebe.

Doğacak olanın ne olacağını belirlemek bizlerin elinde.

  BİR MATEMATİK YAPIMCISI VAR Neden hiçbir şey yok değil de var?   Bu soruya dinin verdiği cevap “Tanrı dünyayı yarattı, onun için bir...