BİR MATEMATİK YAPIMCISI VAR
Neden
hiçbir şey yok değil de var?
Bu
soruya dinin verdiği cevap “Tanrı dünyayı yarattı, onun için bir şey var”
olmuştur.
Bundan
sonra ricat başlar.
Tanrı’nın
kendisi bir şey mi, yoksa hiçbir şey midir?
Eğer
bir şey ise Tanrı, onu kim yarattı?
X’in ne olduğunu, nereden geldiğini
söylemeyeceksek, “dünyayı X yarattı” da diyebiliriz.
Ama
Tanrı hiçbir şey ise, bir şeyi hiçbir şeyden nasıl yaratabilir?
Ve eğer Tanrı hiçbir şey ise o zaman sadece
bir kurmaca, bir boşluk, bir boş kümedir - Tanrı her yerde, yani hiçbir yerde.
Yunan
filozofları bu düşüncelerle oynadı.
Kuşkusuz,
Yunan’dan önceki antik toplumlar da bu düşüncelerle oynadı.
Nitekim tüm düşünceler Tanrı fikrine saplanır.
Tanrı
fikrinin dışında kalan pek az cevap vardır.
Bunların
çoğu da kısır döngüdür: Biz burada olduğumuza göre bir şey var; bir şey var
olduğuna göre, hiçbir şey yok değildir.
Soru soruyu getirir.
Bu defa
da “neden bir şey var?” diye sorarız, sonra da “neden hiçbir şeyden bir şey
türeyemez?”
Yeni
Fizik bu soruya kendi cevabını insani ilke doğrultusunda veriyor.
“Neden”
sorusunu, “ben” cevabıyla karşılıyor.
Stephen Hawking şöyle anlatır: “Biz Kâinatı
olduğu gibi görüyoruz, çünkü eğer bizim gözlemlediğimizden farklı bir şey
olsaydı, biz burada olup onu gözlemleyemezdik.
Kâinat, biz burada olalım diye böyle.
Farklı
bir şey olsaydı biz burada olamazdık.
Hiçbir
şey bizim gözlemlediğimizden farklı değil.
Bizim
soru soruyor olmamız, bizim varlığımız, Kâinatı burada olduğu gibi yapıyor.
Kâinat
öyle olduğu için, biz biziz.”
Geri
gidelim.
Neden
bir şey yok değil de var?
Bunun
bir cevabı, “eğer hiçbir şey yoksa”, o zaman matematiğin başı dertte.
Bunun
bir ifadesi, fuzzy entropi meselesi.
Bir
olayın ya da setin saçaklılığının matematiksel ölçümü.
İyi de ne olmuş?
Bir
takım sembollerin karışması, tutarsızlaşması dünyanın neden umurunda olsun?
Umurunda,
çünkü dünya matematiğe itaat eder gibi duruyor.
Eder
gibi duruyor ama etmek zorunda değil.
Bildiğimiz
matematiğin bir çalı olduğunu düşünün.
Birkaç
kökten büyüyor ve her geçen gün dal atıyor.
Tüm bilimleri, tüm verileri de bir çalı gibi
düşünün.
Bu da
yerçekimi, ışık, molekül zincirleri gibi birkaç temel kökten büyüyor ve her gün
yeni dallar atıyor, hatta bu yeni dallardan bazıları diğerlerine ne benziyor ne
de uyuyor.
Bu iki
çalı birbirinin aynısı değil.
Farklı yasalara göre büyüyorlar.
Matematik
çalısı, katıksız tümdengelimle büyüyor.
Veri
çalısı ise deneylerle ve ölçümlerle - tümevarımla - sarsıla atlıya büyüyor.
Bilim
adamları eski dalları buduyor, yeni dallar büyütüyor ya da aşılıyorlar.
Makaslarını
bileyen, yeni veriler.
Ancak,
iki çalı benzeşiyor da.
İkisinin
de şekli kaba, en azından bazı dalların kümelenme biçimleri benziyor.
Bu
benzeşmenin mantıklı bir nedeni yok.
Mantık,
bir yoldan gider.
Veriler,
hemen her yoldan.
Baştan
bilemezsiniz.
Bu
nedenle her bilimsel deney yeni bir kumardır.
Bilim/fen,
matematiğin izinden gider.
Tümevarım,
tümdengelimin izinden gider.
Zaman
geçtikçe bilim çalısı matematik çalısına gittikçe daha çok benzemeye başlar -
dala dal, filize filiz.
Hangi
çalının, hangi çalının peşinden gittiğini zaman farkından anlarız.
Büyük
olaylardan bazılarına bakalım.
Geçen
yüzyılda James Clerk Maxwell elektrik ve manyatizmaya dair dört tane
“Maxwell denklemi” buldu.
Bu
denklemler veya onların parçaları deneylerle doğrulandı.
Maxwell matematik denklemleriyle oynadı ve
ışığın dalga teorisi ortaya çıktı.
Matematik
ışığın elektromagnetizmin bir türü olduğunu söylemişti.
Deneyler
daha sonra bunu da doğruladı.
Bir kaç
yıl sonra Einstein görecelik matematiği ile oynadı ve eneji-kütle denklemi,
e=mc2, çıktı.
Sonraki
testler ve nükleer bombalar bu formülü de doğruladı.
Başka türlü de olabilirdi.
Deneyler
e=mc5 ya da e=m2c formülünü ya da sayısız başka ihtimalleri
doğrulayabilirdi.
Ama
öyle olmadı.
Deneyler matematik dalını doğruladılar.
Birkaç
yıl sonra Einstein genel görecelik matematiğini ortaya koydu ve yerçekiminin bu
yanılsama olduğunu söyledi.
Madde,
uzayı büküyor.
Enerji
ve momentum uzay-zaman sürekliliğini büküyor.
Gezegen,
meteoru “çekmiyor.”
Meteor yanından uçuyor ama gezegene bir
anlamda “yuvarlanıyor.”
Çekimmiş
gibi görünüyor.
Einstein’ın
eğrilik denklemleri, Maxwell’in denklemleri gibi, bir dalga denklemine
götürüyor.
Yani,
denklemlerin ışık saçan sonuçları var.
Bu
demek ki ışık hızında hareket eden yerçekimi dalgaları var.
Fizikçilerin yerçekimi dalgalarının varlığına
dair dolaylı kanıtları dev pulsarların ya da nötron yıldızların döngüsel
emisyonlarında bulmalarının üstünden yetmiş yıl geçti.
1917’de
Einstein yerçekimi ya da eğrilik denklemlerini yayınladıktan hemen sonra, Karl
Schwarzschild özel bir simetrik durum için çözdü onları.
Schwartzschild’in
denklemleri gereğinden fazla kütlenin yerçekim denklemini sonsuzluğa kadar
genişletebileceğini gösterdi.
Kara deliklerin varlığına işaret eden bu
denklemlerdi.
Yıllar
sonra kara deliklerin varlığına ve bunların bizim Samanyolu da dahil olmak
üzere yoğun galaksilerin ortasında olduğu ortaya çıktı.
Bunlar
verilerin matematiği izlemesinin meşhur örnekleri...
Bu kadar net olmamakla birlikte, her gün, her
dalda bilimsel verilerin matematiği izlediğini görüyoruz.
Ne
kadar çok matematik öğrenirsek, tabiatı o kadar iyi görüyoruz.
Ne kadar çok doğrusal olmayan (nonlinear)
matematik öğrenirsek, tabiat o kadar “nonlinear” görünüyor.
Kaos’u
asırlarca kaba gürültü saydık.
Kaos
matematiğini yakın zamanlarda öğrendik ve kaosu hava durumlarında, kalp
vuruşlarında, moleküler titreşimlerde bulduk.
Matematik
çalısını ne kadar iyi açarsak, aralarında daha çok bağlantı olduğunu görüyoruz.
Zamanla
deneyler bu bağlantıları onaylıyor.
Öyle
olmaya da bilir, ama oluyor.
Bilimin
matematiğin peşinden gitmediği durumlar olabiliyor ama bütünde öyle değil.
Bütünde,
bilim matematiğin peşinden gidiyor.
Peki,
Tanrı bütün bunların neresinde?
Tabiatın
derinliklerine her gün biraz daha fazla nüfuz ediyoruz ama O’na dair bir ipucu
yakalayamıyoruz.
Kanıt
yok.
Tanrı, matematikte de yok, deneylerde de.
Onu ne
mikroskop ne de teleskopta görmüş ya da ölçmüş değiliz.
Gözlemlenebilir
kâinatta yok gibi duruyor.
Ayak
izi bırakmamış gibi.
Tüm
bulabildiğimiz fizik kanunlarına göre şekillenen olaylar.
A, A
değil’e, A değil başka bir şeye akıyor.
Tanrı’yla açıklayabildiğimiz bu oluşumu
Tanrı’sız da açıklayabiliriz.
Usavurum
bir kez daha şüphe ile sonuçlanıyor.
Ne
kadar çok öğrenirsek, toprak ayağımızın altından o kadar çok kayıyor.
Bir
adım sonra niye genlerimizi ya da düşüncelerimizi sürdürmek için yaşam savaşı
verdiğimizi düşünmeye başlıyoruz.
Bütün bunlar nihilizme doğru gidiyor.
Ve
nihilizmle sonuçlanabilir de.
Hayatın
bizim anlayabileceğimiz bir manası ya da amacı olmayabilir.
Bizim
Tanrı düşüncemiz, Pavlov’un dediği gibi bir toplumsal refleks, Spinoza’nın
söylediği gibi doğadan kaynaklanan korku, ya da Marx’ın söylediği gibi
kitlelerin afyonu ya da Freud’un dediği gibi kendi babamızın kozmik gaza
dönüştürülmüş şekli ya da sosyo-biyologların dedikleri gibi, bazı bencil
genlerimizin otoriteye gözü kapalı bağlılıklarının sonucu olamaz mı?
Tanrı’nın
varlığını kendi içimizde ya da çevremizde hissettiğimizi düşünüyoruz ama bu da
bir yanılsama olabilir.
Hissediyoruz
ama tanımlayamıyoruz.
Beynimizdeki
nöral şebeke bu işi iyi bilir.
Onlar
yüz milyonlarca yıldır bu işi yapmak, hissettikleri örüntüleri önceden
kaydettikleri örüntülerle eşleştirmek üzere evrimleştiler.
Yüzleri, müzik parçalarını, mevsimleri tanırız
ama onları nasıl tanımlayacağımıza dair hemen hemen hiç bir fikrimiz yoktur.
Bir
ismi nasıl hatırladığımızı, bir soruya nasıl cevap verdiğimizi ya da yeni bir
fikir ürettiğimizi izah edemeyiz.
Sadece
yaparız.
Nöral
şebekemiz bir şekilde becerir.
Aynı
şekilde, olmayan bir Tanrı örüntüsünü tanıyor olabilirler.
Genetik
anlamda da Tanrı’yı bir görüp bir kaybetmenin özel bir avantajı var gibi
durmuyor.
Bir
görünüp bir kaybolan ya da varlığı hissedilen Tanrı’nın, nöral şebekemizin
deja-vu ya da “dolduruş” türü bir sapkınlığı olması mümkündür.
Biz
Tanrı’yı Kanizsa Karesi’ni tanır gibi tanıdığımızı düşünebiliriz: Kanizsa
Karesi olmadığı gibi Tanrı da yoktur.
Gözlerimizdeki
ve beynimizdeki nöral şebeke, görünmeyen kenarları ve parlak içiyle Kanizsa
Karesi yanılsamasını oluşturur ve sürdürür.
Oysa bu
sayfada böyle bir kare yoktur.
Bu kare
Kant’ın “duyuların yardımı olmadan, düşünsel içgüdü ile anlaşılan” dediği,
orada bir yerde, duyuların ötesinde “kendi başına bir şey”, bir numen değildir.
Tersine
duyularımızn ve beyinlerimin bir fenomeni - yani, duyuların tanıdığı ve
bilimsel olarak tanımlanabilir ve test edilebilir bir veridir.
Bizim
bir görünüp bir kaybolan Tanrımız ya da Onun Gölgesi ya da Onun Eseri, aynı
durumda olabilir - rasgele bir kâinatın rasgele bir galaksisindeki rasgele bir
gezegenin üzerinde yakın bir tarifte ve kısıtlı olarak evrimleşmiş bir
yaratığın nöral tellerindeki bir yansılsama.
Ben
daha farklı bir sonuça varıyorum.
Kâinat
enformasyondur.
Büyük
bir bilgisayar çipi gibi.
Bence
bir gün enerjinin enformasyonla ilişkili olduğunu göreceğiz.
Enformasyon
dalgaları veya cisimcikleri, infoton’lar olabilir.
Enformasyon
Leibnitz’in monadları gibi bölünemeyecek kadar küçük akıllı cisimciklerde
toplanabilir.
Doğaya
ne kadar çok bakarsak, yapılanmasında o kadar çok enformasyon görüyoruz.
Yapılanma,
enformasyondur.
Bizim
DNA’mız etten yapılmış enformasyondan ibaret.
Beynimizdeki,
omurgamızdaki ve kaslarımızdaki nöral ağ enformasyon, şifreler, depolar ve
şifre çözer.
Kültürlerimiz ve ekonomimiz enformasyon
depoları ve akıllarından ibarettir.
1940’larda
Bell Laboratuarları’nda Claude Shannon “pure enformasyon” teorisinin ilk
yasalarını buldu.
Dünya,
bu yasalara uyar gibi duruyor.
Termodinamiğin
entropisi soyut enformayon teorisinin entropisinin aynısıdır.
Bir
yüz, bir yıldız ya da galaksi kümesi gibi “örüntü”ler, azami bilginin yerel
noktası ya da asgari entropi ima eder.
1957’de
Stanfordlu fizikçi E.T.Janes istatistiki kuantum mekaniği kuralının temel
matematiği enformasyon teorisinin azamileştirilmesinin sonucudur.
Bunu
kanıtlamak için ne bulgulara deneylere ne de Niels Bohr’a ihtiyacınız var.
Bütün ihtiyacınız soyut enformasyon
teorisidir.
Görüp
kaybettiğimiz enformasyondur.
Bu
süreç BİTlerle başladı.
Şimdi
artık fuzzy- matik bizi FİTlere götürüyor.
Bugüne
kadar büyük küplerle çalışıyorduk ve küpün bir ikili köşesinden öteki ikili
köşesine atlıyorduk.
Şimdi
saçaklı matematik bile küpün içinde koca bir dünya olduğunu söylüyor ve biz bu
dünyaya dalıyoruz.
Küpü
siyah-beyaz bir köşesinden diğer köşesine kadar delebiliriz: saçaklı
matematik, saçaklı fizik, saçaklı makina zekâsı.
Olasılık ve göreceli frekansı parçanın
içindeki bütünle ikame edebiliriz.
Daha da
büyük nöral ağları, bilgisayarları ve birleşik nöro-bilgisayarları daha çok
matematik için devreye sokabilir, daha çok yapılanma bulabilir daha çok
enformasyon elde edebiliriz.
Ve bu
sadece bir başlangıç olur.
Bu da
bir sonraki soruyu getirir: Tanrı, enformasyon mudur?
Bu
söylendiği kadar garip olmayabilir.
Niye
olsun ki, biz Tanrı’ya her şey dedik: aşk, güç, zihin, enerji, tabiat, azami
olasılık.
Ama ben
Tanrı’nın enformasyon olarak doğru olmadığını hatta bu tanımın anlamı bile
olmadığını düşünüyorum.
Enformasyon
olan kâinat.
Enformasyon olan fiziki yapılanma.
Kâinatın
Tanrı ile ilgisi gözün görme ile ilgisi gibi.
Bence
Tanrı’nın, bilimin matematiği izlemesi ile ilgisi var.
Bence
orada bir şeyin farkına varıyoruz.
Tarif edemediğimiz bir şeyin.
Bir
plan ya da O’nun Planı var ki onu tanıyoruz.
Her bir yeni matematiksel içgüdü ile, her bir
yeni saçaklı veri ile bir plan ya da matematik yapılanması hesabı yapıyoruz.
Bütün
bunlar bir sonraki saniyede değişebilir.
Bilim
çalısı matematik çalısının peşinden gitmekten vazgeçebilir.
Veri, mantığı izlemeyebilir.
Enerji,
bundan böyle kütlenin ışık hızının karesinin çarpımına eşit olmayabilir.
Okyanus
dalgaları, bundan böyle sıvı mekanikçilerinin denklemlerine göre hareket
etmeyebilirler.
Ampuller vatları yükseldikçe parlamayabilir.
Neden-sonuç
ilişkisinin tüm kanavası eriyebilir veya dağılabilir.
O zaman
bu tez de dağılır.
Ama
farz edin ki bu söylediklerim olmayacak.
Farz
edin ki bilim matematiği daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca, milyarlarca yıl
izlemeye devam edecek.
Plan
hipotezi saçaklı doğrularla büyüyecek.
Pitagoras ve diğer teoremler emirler yağdırmaya,
bizler o emirlere riayet etmeye devam edeceğiz.
Tanıyıp
da açıklayamadığımız o gölge duygusu, görünüp de kaybolan örüntü açıklığa
kavuşacak.
Tanrı
olamayabilir ama bir Matematik yapıcısı var ve Bilim onun Peygamberi.
Erkek
ya da kadın, bir şey ya da hiçbir şey matematiği yazdı.
Tanrı,
Matematiği yazandır.
Matematiği,
Tanrı yazdı.
Saçaklı
Gelecekte İnsan Hayatının Niteliği Nasıl Olabilir?
İnsanoğlunun
Matematik Yapıcısına bir şey söyleyecek duruma gelmesi için, daha çok ama çok
yıllar var.
Bu
arada, daha yüksek makina zekâları (YIQ’ları) bizim nasıl yaşadığımızı,
düşündüğümüzü ve oynadığımızı değiştirecek.
Saçaklı mantık bize akıllı aletleri tattırdı
ve beğendik.
Bir gün
bu da değişebilir.
Ya o
gün gelir de yüksek Makina IQ’ları (YMIQ) insan IQ’larını kendilerinkine
boşaltırlarsa?
Bu
durumda insana ve onun kişiliğine ne olur?
YMIQ sistemleri bizi öyle üretken kılar ki
hepimiz zengin oluruz; peki, o zaman emek, adanmak, makullük gibi kavramlara ne
olur?
Her
yanda sesle çalışan bilgisayarlar...
Akıllı
telesekreterlerde fuzzy kişilik-profili çipleri...
Ne
zaman ihtiyacınız olsa bulabileceğiniz akıllı diş protezleri...
Akıllı yollar üzerinde akıllı otomobiller...
Makina
sağlıklı, makina zengini, makina akıllı insanlar.
Düşünebildiğiniz,
yapabildiğiniz, yaratabildiğiniz her şeyi sizden daha iyi, çok daha iyi yapan
bir akıllı makina olması nasıl bir şey olur?
Bütün
bir yıl tatil mi yaparız?
Yumuşar
mıyız?
Her
kuşak daha az risk alır, daha az insanla tanışır, devlete ya da büyük firmalara
güvenir, zamanını daha çok sanal gerçeklik siber elbiselerinde, siber
sandalyelerinde mi geçirir?
Insan rasyonel hayvan olmaktan çıkar,
ultra-yüksek teknolojide bir şişko patates mi olur?
Bence
işler iyiye gidecek, çünkü bir anda hepimiz birden makina zengini olmayacağız.
Büyük
ikramiyeyi kazanmak insanı mahvedebilir.
Bir
düşünün Orta Çağ kralları otomobillerin, bilgisayarların, uçakların,
televizyonun, dişçilerin, kişisel özgürlüğün ve zenginliğin bizlerde yapacağı
etki hakkında neler düşünürdü!
İnsanlık
maaş artışları ve primle zenginleşecek, piyango biletiyle değil.
Onun
için ne yapacağımızı şaşırmayacağız.
YMIQ’lu
oyuncaklarımıza ve onların dünyasına yavaş yavaş gireceğiz.
Akıllı
ilaçlar ve akıllı silahlar - şu ikisini bir düşünelim.
İlk
akıllı ilaçlar sokağa dökülünce ne olacak?
Başlangıçta
hükümetler onları yasa dışı ilan edebilir.
Kişisel
ve profesyonel kullanımlarını engelleyebilirler.
YIQ
haplarını herkes kullanamayacaksa, kimse kullanmasın diyebilirler.
Kobaylarda
ya da kompüter simulize kobaylarda baş ağrısına, kalp krizine, felce, tümörlere
yol açıyor diyebilirler.
Uzun
vadeli sonuçları bilinmiyor diyebilirler.
Ama
yasaklama YIQ’lu hapların yayılmasını önleyemez.
Fiyatı
arttırır, fiyat artışı arzı sürekli kılar.
Daha
çok kimyager, kimya öğrencisi bu haplardan üretmeye ve karaborsada satmaya
teşvik eder.
Zaman
içinde YIQ hapları yasal olur.
Ancak
yasal ya da değil, varlıkları toplumu değiştirir.
Kimse
YIQ yarışında geride kalmak istemeyecektir.
YIQ
hapları insan zihninin doping steroitleridir.
Herkes
YIQ alacak.
Öğrenciler
sınavları geçmek, çalışacakları yerde eğlendikleri geceleri telafi etmek için
bunlarda alacak.
Çalışanlar,
işlerini yetiştirmek, kalabalık grupların önünde konuşabilmek, maaşlarını
arttırabilmek ama hepsinden öte alanlardan geri kalmamak için alacaklar.
Âşıklar
birbirlerini etkileyebilmek için alacaklar.
Sanatçılar yeni bir şeyler yaratabilmek için.
Bilim adamları yeni fikirler geliştirmek,
eskileri atmak için.
Askerler yaşama şanslarını arttırmak için.
Avukatlar savcılarla baş edebilmek için.
Hekimler teşhislerini iyileştirmek ve davaları
önleyebilmek için.
Genelde YIQ’yu akıllılar, daha da akıllı olmak
için alacak.
Daha az
akıllılar, akıllı olmak için alacak.
YIQ’lara
tıpkı otomobile, telefona, televizyona ve donuk gıdalara alıştığımız gibi
alışacağız.
Daha
YIQ toplumu yavaşça oluşacak, sıçramayla değil.
Akıllı
silahları düşünün.
YIQ
silahları, ülkeler arası ilişkileri kötüleştirdiği gibi iyileştirebilir de.
Bunlarla
ilk tecrübemiz, 1991 Irak Savaşı sürecindeydi.
Cruise
füzeleri ve akıllı roketlerin IQ’ları pek düşüktü.
Buna karşın, daha YMIQ’su, silah yarışına
girdi.
Herkesin süper akıllı silahları olduğunda
komşular eşitlenecek ve silahların toplam etkisi birbirini sıfırlayacaktır.
Her ülkenin kendi Yıldız Savaşları kalkanı
olacak.
Bazı
durumlarda öfke, diplomasi yerine spot atışlarını getirebilecek.
Ama ne
zaman ki ülkeler kalkanlara sahip olacak, o zaman hoşgörü daha da artacak.
Tehlike, akıllı silahların gelişimin ilk
yıllarında.
Yirmi
Birinci yüzyıda hiç kuşkusuz bunu göreceğiz.
Akıllı silahların artışı dünyayı daha iyi bir
yer de yapabilir.
Kitle
savaşları ortadan kalkabilir.
Her halükârda
bence makina zengini olmanın müthiş bir sonucu olacak.
Makina
zenginliği hayatımızdan kısıtlamaları kaldırmaya yardımcı olacak.
Kısıtlama.
Kapasite azalması.
Mecburi
kararlar.
Polisin sanığı döverek elde ettiği itirafa inanmıyoruz.
Kaba
kuvvet veya tehdit, kısıtlamayı arttırır.
Çevresel faktörlerin çoğu da öyle.
Bu
noktada makine zenginliği çok işe yarayacaktır.
Tabii
ki yoksulluk da kısıtlama getirir.
Eğer
şart olmasa pek az kimse çalar ya da çalışır.
Ama
kısa ömür de kısıtlayıcıdır, hatta belki de en önemli kısıtlayıcıdır.
Saatin
tıkırtısı, söyleyeceğimiz ya da yapacağımız her şeyi kısıtlar.
Bin ya
da milyon yıl yaşayacağınızı bilseniz birçok şeyi aynı şekilde yapmazsınız.
Çocuk
yapmak için acele etmezsiniz, belki de hiç yapmazsınız.
Belki daha az harcama yaparsınız.
Belki dünyayı ve güneş sistemini daha az
kirletirsiniz.
Daha
uzun yaşam toplum, dünya ve güneş sistemiyle daha uzun ilişkiler demektir.
O
durumda Mars’a ne yaptığımız, madenlerini boşaltmamız, ısıtmamız ya da
dünyavari bir cennete dönüştürme çabalarımızla ilgilenirsiniz.
Cinsel
iştah da bizi kısıtlar.
Her
erkek bilir ki, dünyaya dair duygularımız seks öncesinde ve sonrasında
farklıdır.
Kadınlar
da böyle bir farklılık hissediyor olabilir.
Kültürün
ve flörtün bu konuda yapabileceklerinin bir sınırı vardır.
Esas
belirleyici olan yaşam uzunluğudur.
Robotikde, malzemelerde ve kozmetikteki
gelişmeler hiç kuşkusuz seks ikamelerini getirecektir.
Hatta
belki günümüz pop yıldızlarının siborg modelleri satılır olacak.
Belki
de seks ikameleri, seks arttırıcıları daha YIQ ve uzun hayat kadar istenir
olacak.
Daha
seksi bir dünya daha hoş bir dünya olabilir.
Ancak
daha eğlenceli olacağı muhakkaktır.
Peki
her kadın ya da erkeğin kendi robot haremi olan bir dünya da romantik aşka ne
olur?
Özgür
seks, özgür aşk anlamına gelmeyebilir ama etkiler.
Aşktan
kösnüllüğü ve gen üretimini çıkarırsak ne olur?
Kısıtlamaları
ortadan kaldırırsak ne olur?
Belki
de ortada hiçbir şey kalmaz.
Ya da
belki gerçek aşk kalır ve bugünden düşünemeyeceğimiz boyutlara ulaşır.
Makine
zenginliği bugünden tasavvur edemeyeceğimiz makine kültürü getirecektir.
Sanatta yeni halılar dokuyacak, bilimsel yeni
ağlar örecek, yeni algılamalar ve idrak getirecektir.
Bunların
toplam etkisi ve bunların gerisindeki sanat, bilim, kültür ve tarih, insanın
kozmostaki mercan kayasının alt katmanını teşkil edecek.
Bundan binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca
yıl sonra bizim biyolojik ve makine ahfadımız mercan kayalığımıza bir iskelet,
bir kültür, bir bilim eklemeye devam ediyor olacak.
Son çocuklarımız mercan kayasının üstünde
dikilebilir ve Kâinatın kendi mercan kayalıkları üzerinde dikilen diğer
medeniyetlerini selamlayabilirler.
Diğerlerine
yol gösterebilirler ya da diğerleri bizimkilere yol gösterir.
Veyahut
da kendini beğenmiş bir makine gibi Babil Kulesi üzerinde tek başımıza durur,
cevap vermeyen Matematik Yapıcısı’nı bulmak üzere Kâinatı araştırmayı
sürdürebiliriz.
Ya da Matematik Yapıcısı’nın bize verdiği
cevabı beğenmeyebiliriz.
Belki
bizim Kâinatımız boşluktaki büyük bir çipten ibarettir; başka bir kültür için
enformasyon stoklayan bir çip.
Enformasyon,
Kâinatın nasıl değiştiğinde yatabilir.
Kozmik
genişleme ve sıkışma örüntüleri – mesela bizim Kâinatımız geniş bir nöral ağ,
bir kompakt disk ya da bir bellek çipiymiş, bizler de mantık devrelerinin
birinin soğuk, sert tellerine çömelmiş oturan virüsümsü bir koloniymişiz gibi -
enformasyon kodlayabilir veya çözebilir.
Ya da
mesaj var/mesaj yok işlemi yapabilir.
Mesajlar,
şu anda burada da olabilirler ama biz onları algılayamıyor, idrak edemiyor
olabiliriz.
Cebir
kitabı üzerinde yürüyen karıncalar olabiliriz.
Makina
YIQ’su, bu dünyaların kapısını aralayacaktır.
İnsanlığın akıllı makinelarla ilişkisi
geleceği eski “köle-efendi” temasına yeni çeşitlemeler getirecek.
Makina zekâlı üstlerimizi biz kontrol
edeceğiz.
Onlarla
yaşayacak, onları yaratacak, onlara uyum sağlayacak, belki de onlarla birlikte
doğuracağız.
Onlar bizim dizginlerimizi tutarken biz de
onların dizginlerini tutacağız.
Aynı
zamanda köle, aynı zamanda efendi.
Mesele, derece meselesi olacak.
Saçaklı
mantık bize bu kapıyı açmak için bir bedel ödememiz gerektiğini gösterdi.
Eski
Aristo mantığına itaat etmemeli, eski mantığı aşmak için kurallarını
kırmalıyız.
Makinaların
bizim gibi düşünmelerini sağlamaya çalıştığımızda, bunu eski mantığa uygun
olarak yapmaya çalışmıştık: aç/kapa makinaları kadar basit düşünmeyi öğrenmeye
çabaladık.
Çünkü
ikili (ya-ya da) düşünce sisteminin kültürel mirası bize böyle yapmamızın doğal
ve uygun olduğunu öğretmişti.
“Kesinlik”i
aradık ve bulamadığımız zaman kendimiz temin ettik.
Şimdi artık kapıyı biraz biraz açıyoruz.
Ola ki,
saçaklı mantığı da daha genel bir düşünce veya teori veya süreç için terk edebiliriz.
Son
tahlilde saçaklı mantık, doğrunun bugüne kadar aranandan daha yakın bir
tahminine cevaz veriyor.
Bizim
bilim ve matematiğimiz daha yeni doğdu.